5 Şubat 2022 Cumartesi

Üç Nesil Üç Hayat

 

Bu kitabı Oksijen gazetesinin tavsiyesi üzerine almıştım. Başlığına ve arkasında yazan tanıtıma bakınca üç farklı nesilden hikayeler anlatılıyor sanmıştım fakat kitap beklediğimden çok farklı çıktı. Kitapta, 1861 - 1876 yılları arasındaki Aziz Devri, 1876 - 1909 yılları arasındaki Hamit Devri ve kitabın yazıldığı 1940lı yıllar kıyaslanıyor. Tabii ki İstanbul'un kalbur üstü ailelerinin gözünden. Kitabın yazarı bir gazeteci olduğundan, onun kaleminden anlatılmış ve içinde belli bir hikaye yok, sadece kıyaslamalar var. Kitap "Doğum"la başlıyor, "Çocuk"la devam ediyor. Doğum kısmında, yıllar geçtikçe bebeği doğar doğmaz annenin kucağına verme geleneğinin değişmesi garibime gitti ve tabii ki devir değiştikçe ev yerine hastane odalarında doğuma geçiliyor şimdi de olduğu gibi. Aziz devrinde çocuklara sakin dursunlar diye haşhaş veriliyormuş. Ayrıca binalar yapılırken bir kaç odaya salıncak halkası yerleştiriliyormuş, kadınlar misafirliğe gittiklerinde hemen salıncağı kurup çocuğu uyutup, rahat rahat sohbet ediyorlarmış. 

Kalem ve memuriyet konusunda Aziz Devri süslü bir şekilde tasvir edilmiş. Katip türküsünü örnek vererek, okuma yazma bilenlerin az olduğu dönemde memur ve katiplerin ne kadar havalı olduğunu anlatıyor. Hamit Devri'nde anlatılanlardan ise bir çöküş ve yokluk dönemi yaşandığı anlaşılıyor, devlet binaları oldukça bakımsız durumda. Yazar, kitabın yazıldığı dönemden ise övgüyle bahsediyor. Devlet daireleri, Avrupa'daki muadilleri ile yarışır hale gelmiş, kadınlar da çalışma hayatında yer almaya başlamış, Hamit Devri'ndekinin aksine maaşlar muntazam bir şekilde zamanında yatıyor. Hamit Devri'nde memuriyet yapanlar için "vakitsiz dünyaya gelip tez öldüğüne yan!" diyor yazar. 

Aziz Devri'nde komşu aşkları hüküm sürerken, Hamit Devri'nde aşıkların arasındaki haberleşmeyi bohçacı kadınlar sağlarmış. 

Yemek sofrasına gelirsek, Aziz Devri'nde kaşık, Osmanlı sanatkarlığında mühim bir mevkii tutuyormuş. Yemek bir angarya gibi görüldüğünden bir an evvel bitirilirmiş. Sofra sohbet yeri değilmiş. "Masa, sandalye, çatal, tabak, herkese ayrı bardak usulü" ise Hamit Devri'nde başlamış. Evlerde yemek odası bu devirde yaygınlaşmış. Kitabın yazıldığı devirde ise, apartmanlara yerleşmenin darlığı ile yemek odası tekrar kaybolmuş. 

Gezintiler bölümünde, kadınlarla erkeklerin başbaşa çok fazla konuşamadığı Hamit Devri'ne ait şu dialog çok hoşuma gitti: "...sarı mendilini gösteriyor, derdinden sararıp soldum manasında... Sen de elini yüreğine koy, sonra ağzına götür, öksürür gibi yap. 'Yandım,verem oldum' demektir."

Bir Semtin Metamorfozu bölümünde, eski adı Cadıbostanı olan ve hakikaten bostandan başka bir yer olmayan, Caddebostan semtini ele almış. "Biricik yol, yine Bağdat Caddesi'dir; eski usul, iri iri kaldırım taşlarıyla döşenmiş." Kalbur üstü aileler, Nisan ayında, Boğaziçi mevsimi başlamadan, bahar keyfini bir müddet burada sürerlermiş. "Paşa, maiyetinde aşçılar, uşaklar, seyisler, korucular, ayvazlar, beyaz ve zenci halayıklar, haremağaları, dadılar, bacılar, dalkabukları, sazendeler ve hanendeler, hatta bir imam ve müezzin olduğu halde göç etmiş." Hamir Devri'nde "Bağdat Caddesi, artık kaldırım taşlarıyla döşeli değildir, ... tamir yüzü görmemiş bir şosedir." Bu devirde semtin ismi Caddebostanı oluyor. Kitabın yazıldığı devirde ise, "Evde tek bir aşçı, tek bir hizmetçi ve hem bahçeye bakan, hem de icabında, önünde beyaz önlük takıp hizmetçi yamaklığı da yapan tek bir uşak var. Kocaman yemek masası üç kişi için kurulur: Bay, Bayan ve kızları..." 

Üç devrin kıyafet değişimleri ile ilgili bilgi verdikten sonra yazar şöyle bir yorum ekliyor; "Hemen herkes bir numara yapıyor ve yaptığından alkış bekliyor vaziyetinde!" Bu yoruma çok katılıyorum. Aynı durum bence şuanda yaşadığımız yüzyılda da geçerli, tek farklı artık bunun sanal ortama sıçramış olması. 

Yolculuk, üç devirde İstanbul'dan Ankara'ya vali tayin edilen bir Paşa üzerinden anlatılmış. Aziz Devri'nde, "Ankara neresi? Cehennemin bucağı!...Engürü'ye nasıl gidilir?... Atlar, kağnılar ve katır sırtına yerleştirilmiş tahtırevanlar ile, kervan halinde...Kaç günde?... Ben diyeyim yirmi gün, siz deyiniz bir ay!" Hamit Devri'nde, "Ankara neresi? Bereket trenle iki günde gidilebilen bir yer ama vilayetler arasında pek de makbul olanlardan sayılmıyor." Kitabın yazıldığı devirde, "Ankara neresi? Kapı komşusu!...hatta tayyare ile, göz açıp kapayıncaya kadar, yeni hükümet merkezine varabilirsiniz."

Yazarın, Karakışta Öz Türk Yemekleri bölümünde, bugün hepimizin bildiği yemekleri "okuyanların birçoğu: 'O da nedir?' diye düşünmesinler!" şeklinde anlatması garibime gitti. Açıkçası bu bölümde adını duymadığım değişik yemeklerden bahsedeceğini sanmıştım ama bildiğimiz ve hepimizin evlerinde pişen tarhana çorbası, keşkek (bunu pişirmek gerçekten zor), mantı, balkabağı tatlısı ve erişteden bahsediyor. Hatta erişte için "Nedir bu? diye yeni nesil bayanların sormasını bekliyorum." demiş ve ne olduğunu tarif etmiş. "Fakat bugün onunla kim uğraşacak?" demiş. Belki uğraşma konusunda haklı, artık çoğu insan evde erişte kesmiyor ama ekonominin büyümesi, ticaret ağlarının gelişmesi, internetin ve kargo sektörünün heryere ulaşması, küçük işletmeler ve kadın girişimciler sayesinde bu tarz yiyeceklere her evde pişirilebilecek şekilde çok kolay bir şekilde erişebiliyoruz. 

Son olarak kitabın yazarından bahsetmek istiyorum. Kitabını okumadan önce kim olduğunu bilmiyordum fakat sonradan öğrendim ki Atatürk karşıtı biriymiş. Posta-Telgraf Umum Müdürlüğü yaparken Mustafa Kemal'in telgraflarını çekmesini engellemiş. İstiklal Savaşı aleyhine yazdığı yazılardan ötürü vatan hayinliği ile suçlanarak sürgün edilmiş. Yıllar sonra Mustafa Kemal Atatürk'e yazdığı şiir ve mektuplar sayesinde affedilip sürgün hayatından dönmüş. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sultan Hamid Düşerken

  Nahid Sırrı Örik, Türk edebiyatının çok kıymetli ama pek bilinmeyen yazarlarından. Kıskanmak kitabıyla tanımıştım onu, çok da sevmiştim. ...